Büyük bir çoğunluk tarafından sanılanın aksine, kırılganlığımız aslında bizi güçlü kılan en değerli özelliğimiz olabilir mi? Peki kırılganlığımızı tam anlamıyla ortaya koymadan cesarete erişmek ne kadar mümkün? Brené Brown’a göre bu hiç mümkün değil. Cesaret; kırılmış veya incinmiş yanımızın önüne kalın duvarlar örüp onu saklayarak güçlü görünmeye çalışmanın aksine, olduğumuz halimizle, zayıf veya güçsüz taraflarımızı saklama gereksinimi duymadan kırılganlığımıza hayatımızda yer vermekten geçiyor.
Araştırmacı profesör, hikaye anlatıcısı, yazar ve aynı zamanda podcast sunucusu olan Brené Brown, yirmi yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığı cesaret, kırılganlık, utanç ve empati konularında, edindiği bilgi birikimini hayat deneyimleriyle harmanlayarak okuyucu ve dinleyici kitlesiyle paylaşmaktan kendini asla alıkoymuyor. Brené Brown, cesaret kazanmak için önce kırılganlıktan geçmek zorunda olduğumuzun ise birçok konuşmasında özellikle altını çiziyor.
Her zaman güçlü görünme çabasının kökeni nereden geliyor?
Kısa bir sürede hemen başarılacak bir şey olmasa da üstünde sabırla çalışmaya devam ettikçe cesaretin zaman içerisinde inşa edilebileceği gözlemlenmiş. İnsan doğasının bir gereği olarak, koruma içgüdüsü bireyi kendini olduğu haliyle karşı tarafa açmasından, yani kırılganlığını göstermesinden alıkoyuyor. Eğer tanımadığı, yabancı biri karşısında tamamen şeffaf olursa savunmasız görüneceği ve böylece olası tehlike ve risklere çok daha açık olabileceğini öne sürüyor. İki birey arasında bir güven ilişkisi kurulmaya başladığı noktada birey kendini daha güvende hissedip karşı tarafa kendini daha çok açmaya yönelse de bu tamamen şeffaflık noktasına kadar varmıyor
O halde bizi tam anlamıyla kendimiz olmaktan alıkoyan ne?
Bu yolda öz şefkat ve öz farkındalık en büyük rol oynayan etkenlerin başında geliyor. Özümüze inebilmek ve gerçek benliğimizle kendimize toplum içinde bir yer edinebilmek için öncelikle bu iki konu üzerinde çalışmamız gerekiyor. Çünkü insan, kırılganlığını görünür kılabilmek için ilk başta kendinin farkında olması ve kendine değer vermesi gerektiği gerçeğiyle yüz yüze kalıyor. Bu iki elzem adımı atlayarak, ne kendimizi olduğumuz gibi kabullenmemiz ne de en kırılgan ve savunmasız yanımızı ortaya koyma cesaretini göstermemiz muhtemel. En cesur benliğimize erişimimizin önünde duran fakat bizi sayısız yönden geliştirebilecek potansiyele sahip bu iki insani değerin önemini kabullenmekle işe başlayabiliriz.
Bu adımın ardından korkunun olduğu yerden değil de kaynağı güvenden gelen bir hisle hareket etmeye başlarız. Kendimizle barışır, varolan korkularımızdan kaçmak yerine onlarla yüzleşip kendimizi özgür kılabilecek cesareti kazanırız. Bizi iyileştirecek olan tek unsur ise sahip olduğumuz duygu ve düşüncelerimizi yok saymak yerine onlarla sessizce oturabilmek ve onları hissetmeye cesaret edebilmektir. Kulağa uygulaması aslında çok zor gelmiyor olsa da bunu gerçekleştirmek maalesef bir anda olacak bir şey değil. Her konuda olduğu gibi burada da sabır, anahtar kelimemiz olacak.
Hayatımızın herhangi bir alanına kırılgan olabilme cesaretini entegre ettiğimiz zaman, bunun yansımalarını birçok alanda daha görmeye başlarız; çünkü cesaret bulaşıcıdır. Kırılganlığımızı saklamayı bırakıp çekinmeden cesur bir şekilde kendimizi ortaya koyduğumuzda ise hikayemizin kalemini elimize alır ve hikayenin yazarı yalnızca biz oluruz.
Hikayemizin yazarı biz olduğumuzda, kendi hayatımız içinde figüran rolünden çıkar, yönetmen olarak başa geçeriz. Başkalarının artık bizim adımıza karar vermesini, seçim yapmasını tolere etmez ve tüm kırılganlıklarımızı da yanımıza alarak hayat yolculuğumuzda kalbimizden geçenin peşine düşeriz.