Bir futbol müsabakasında açılan “doğal olan normal doğum” pankartı, pek çok kadında tanıdık bir öfkeyi tetikledi. Çünkü bu mesaj, sadece doğum şekline dair bir tercihi işaret etmiyor, aynı zamanda kadın bedeni üzerindeki denetimin bir başka yüzünü gösteriyordu. Üstelik bu mesaj, erkek egemen bir spor arenasında, erkekler tarafından taşınmış bir pankart ile yankılandı. Şimdi sizlerle birlikte şu soruların peşine düşeceğiz: “Normal doğum” ne demektir? Kimler için “normal”? Kadın bedeni neden hâlâ kamusal bir tartışma nesnesi olmaya devam ediyor? Ve en önemlisi: Kadınların bedenleri üzerinden verilen bu mesajlar, aslında bize ne anlatıyor?
Doğumda “normal” tanımı üzerine
“Normal doğum”, vajinal yolla, kendiliğinden başlayan, 37-42 hafta arasında gerçekleşen doğum olarak tanımlanıyor. Ancak toplumda bu terim aynı zamanda, “ideal” ya da “doğru” olanla eşanlamlı kullanılmakta. Oysa her beden farklıdır, her doğum hikayesi eşsizdir. Kimi kadın için vajinal doğum travmatik olabilirken, bir diğer kadın sezaryeni tercih ettiği için kendini suçlu hissetmektedir. İşte tam da bu yüzden, “normal” kelimesinin ağırlığı kadınların omzunda baskıya dönüşmektedir. Sezaryenle doğum yapan anneler dolaylı veya doğrudan yargılanmakta, hatta annelikleri dahi sorgulanabilmekte. Ne yazık ki “Gerçek doğum bu değil”, “Sen doğurmadın ki” gibi cümlelerle kadınların doğum yöntemleri değersizleştirilmektedir.
Bazı medya içeriklerinde, vajinal doğum “başarı” olarak sunulurken, sezaryenle doğum yapan kadınlar “başarısız” veya “kolaycı” olarak damgalanabilmektedir. Bu tür içerikler, sezaryenle doğum yapan kadınlarda yetersizlik ve suçluluk duygularını tetikleyebilir. Uzmanlar, doğum şekline dair bu tür ayrımcı yaklaşımların kadınların ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkiler yaratabileceğini vurgulamaktadır.
Mersin Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi’nde yayımlanan bir nitel çalışmada, sezaryenle doğum yapan primipar (ilk kez anne olan) kadınların büyük bir kısmının vajinal doğum yapmak istediklerini ancak sezaryen oldukları için üzgün hissettiklerini ifade ettikleri belirtilmiştir.
Kadın bedeninin ve doğumun politikleşmesi
Kadın bedeni tarih boyunca ideolojik bir alan olarak kullanıldı. Gerek devlet politikaları gerekse medya dili, kadını doğurganlığı üzerinden tanımladı. Hangi doğum yönteminin “makbul” olduğu, kimi zaman dini argümanlarla, kimi zaman da milliyetçi söylemlerle şekillendi. Doğurmak bir görev, belirli şekilde doğurmak ise bir “erdem” olarak sunuldu.
Futbol gibi eril kültürün temsil edildiği alanlarda kadın bedeni hakkında beyan verilmesi, çok daha derin bir ataerkil yapının yansımasıdır. Kadınların sahada yer almadığı, karar alma mekanizmalarında bulunmadığı ve çoğu zaman sadece bir “seyirci” olarak konumlandığı bu ortamlarda, kadınların doğumları üzerinden mesaj verilmesi yalnızca yanlış değil, aynı zamanda kadın bedenine yapılan hadsiz bir müdahaledir. Bu müdahale yalnızca fizikseldir demek eksik olur; bu aynı zamanda simgesel bir işgaldir. Kadınların doğum tercihleri, onların ahlaki, etik ve toplumsal rollerine dair mesaj taşıyan araçlara dönüştürüldüğünde, bireysel haklar yok sayılır, kadınlar birer mesaj panosuna indirgenir. Bu da kadınların özne olmaktan çıkarılıp nesneleştirildiği çok yaygın bir zihinsel yapının üretimidir.
Doğum, her şeyden önce bir beden deneyimidir. Ve bu deneyim yalnızca o bedende yaşayan kadına aittir. Her kadının beden dinamikleri, sağlık durumu, geçmiş travmaları, ağrı eşiği, psikolojik yapısı ve doğum algısı farklıdır. Bu nedenle doğumun “normal” olanı yoktur; yalnızca “kadının kendi doğrusuna göre tercih ettiği gibi olanı” vardır.
Sezaryen, epidural, suda doğum, evde doğum ya da hastane doğumu… Hepsi bir tercihtir ve hiçbirinin diğerinden üstün ya da eksik olduğu söylenemez. Bu tercihin kadın tarafından, doğru bilgiye erişerek, kendi iç sesiyle şekillenmesi gerekir. Zira kadının doğum hakkı, sadece doğurma hakkı değil; nasıl doğuracağını seçme hakkıdır.
Sınırlarımızı nasıl koruruz?
Bedenimizle ilgili kararları yalnızca biz kadınlar veririz. Bu, temel bir hak, vazgeçilmez bir sınırdır. Kimsenin doğum şeklimiz hakkında yorum yapmaya, pankart taşımaya, fikir beyan etmeye ya da tercihimize anlam yüklemeye hakkı yoktur. Her kadının doğum hikayesi özeldir ve tek gerçek, kadının o süreçte kendisini nasıl hissettiğidir. Sınırlarımızı korumanın yolu, önce kendimize bu hakkı tanımaktan; sesimizi yükseltmekten, kendi bedenimizin sesini dinlemekten ve açıkça “hayır” diyebilmekten geçer.
Bir doğumun nasıl olması gerektiğine dair fikri olan herkesin önce kendisine sorması gereken soru şudur: “Bu beden benim bedenim mi?” Eğer değilse, söz hakkı da yoktur. Erkekler için bu durum daha da hassastır. Bu dönemde erkeklerden beklenen, bilinçli ve duyarlı bir geri çekilmedir. Kadınların yaşam deneyimlerine müdahale etmeden, yalnızca yanlarında durarak destek olmak mümkündür.
Hiçbir doğum şekli, hiçbir beden deneyimi, dışarıdan gelen normatif baskılarla “normal” ya da “anormal” olarak etiketlenemez. Doğumun doğrusu, yalnızca kadının ihtiyaç duyduğu, güvende hissettiği ve seçtiği yoldur. Ne futbolcuların, ne yorumcuların, ne de izleyicilerin karar vereceği bir alan değildir bu. Doğum, kadının bedeninde gerçekleşir ve yalnızca onun dünyasında anlam bulur.
Unutmayın; gerçek olan tek şey, sizin deneyiminizdir. Ve bu deneyim, her ne şekilde olursa olsun, tamamen geçerlidir. Çünkü asıl normal olan, sizin kararınızdır. Kadınların bedenleri üzerinde söz sahibi olan tek kişi, o bedenin sahibi olan kadındır. Ne doktorlar, ne devlet politikaları, ne medya, ne de tribünlerde açılan pankartlar bu gerçeği değiştirebilir.