“Hayat varılacak yer değil, yolculuktur.” der Ralph W. Emerson ve bu yolculukta keşfettiğimiz yeni yerler, birbirine benzeyen yollar, rahatsız olup bir an önce ayrılmak istediğimiz mekanlar olur. Yolculuklarımız çoğunlukla “Burayı daha önce de görmüştüm,” “Harika bir yer keşfettim,” ve “Hiç beğenmedim, nereden geldim buraya?” sorularıyla harmanlanır. Tanıdık, bildik ya da merak uyandıran, belki de beğenmediğimiz, konforsuz yollar arasında devam eder hayat yolculuğumuz. Kendi hızımız ve zamanımızda hayatın akışında yol alırız.
Canlılık nedir, ne işe yarar?
Aslında hayatın akışında olmayı, trafikte kullandığımız arabaya benzetebiliriz. Ortalama bir hızı, zaman zaman azalıp artan manevraları, hasarı büyük veya küçük kazaları, bazen eşlik eden yolcuları vardır. Çevresinde geçip giden arabalar, kapanan yollar, yolları daraltan çalışmalar, yol vermeyen ya da bulunduğu şeridi ihlal edenler, sıkışıklık, bazense akıp giden güzergâhlar, fonda çalan radyo ve müzik eşliğinde arabamız günlük akışını tamamlar.
Peki, hayatın akışı içerisinde dönüp içinize bakabildiğinizde arabayı kullanan kişi olarak nasıl hissediyorsunuz? Çoğunlukla baskın gelen duygunuz hangisi oluyor? Keyif, şükran, bıkkınlık, kopukluk…
İlgini çekebilir: Kendini Tanıma Yolculuğu: İnsan Olmak Üzerine Felsefi Bir Bakış
İyi gelen, gerçekten yaşadığınız hissini veren, belki hayatı kavrayışınızı kolaylaştıran ya da hayatı size daha yakın bir yerlerden kavradığınızı hissettiren şeyler var mı? Varsa hayatınızda canlılığı zaten deneyimliyorsunuz demektir. Eğer yoksa ya da bulmakta zorlanıyorsanız, belki de hayatınızın rotası üzerine düşünmeye ihtiyacınız olabilir. Geçtiğiniz yolları yeniden değerlendirmeye, yaşamınızın tamamına şöyle bir dönüp bakmaya ihtiyaç duyabilirsiniz. Takip ettiğiniz güzergâh sizin için doğru olmayabilir.
Hayatın akışında ilerlerken hissettiğimiz canlılık, bize yaşamla bağ kurabileceğimiz bir alanı mümkün kılar. Aynı zamanda canlılık oldukça kişisel ve hatta spontane bir histir. Her an süreklilik içerisinde devam edebilmesi de mümkün olmaz. Çünkü adı üzerinde hissedilen bir şey, doğası gereği gelip geçicidir. Ancak, canlılığın tüm geçiciliğine rağmen etkisi uzun solukludur. İnsanı besleyen, varoluşunu güçlendiren, belki de iyileştiren ve yaşamına sahip çıkmasını kolaylaştıran, zorlayarak sahip olunamayan kıymetli bir histir. İşte tam da burada hayatımız üzerine düşünmeye ihtiyacımız olabilir. Kendimizle ve çevremizle bağ kurabilmeyi mümkün kılan, o anın içerisindeyken huzurlu hissettiren ve belki bütünlük, tam olma haline kapı aralayan kaynaklarımızı araştırabiliriz. Peki, bunu nasıl yapabiliriz?
Canlılığın keşfi nasıl mümkündür?
“Keşif için çıkılan yolculuklar yeni yerleri görmekle değil, yeni gözlerle bakabilmekle başlar.” diyor Proust. Belki de gözlerimizi ovuşturmanın, takıyorsak gözlüklerimizin buğulanan, hafif tozlanmış o camlarını silme vaktimiz gelmiştir, kim bilir? Aslında bu durum, bir dikkat verme haliyle başlar. Dikkatimizi vermeyi seçtiklerimiz, onları algılayışımız ve başımıza gelenleri değerlendirme şeklimizle devam eder. Tüm bunların arasında kendimizi var etmek üzere yaptığımız seçimlerde ve kendimizi ifade ediş biçimimizde canlılık hissi doğuyorsa, doğru yolda ilerlediğimizi düşünebilmek mümkündür. Bahsettiğimiz şey, süregelen bir canlılık hissi değil de iyi oluş halimizde kendimizi adayarak, hayatımıza iyisiyle kötüsüyle sahip çıkışımızda oluşan o canlı hissetme hali.
İlgini çekebilir: Ayrıntıları Keşfetmek ve Keyif Almak Üzerine: Metroda Bir Kemancı
Peki, tersten soracak olursak, canlı hissetmediğimiz zamanlarda neler oluyor? Güney Koreli Zen öğretmeni Haemin Sunim diyor ki, “Zihninin dünyaya sürtündüğü her rahatsız edici nokta, farkındalık pratiği için en iyi yerdir.” Öyleyse, cansız hissettiğimiz anlara dikkatimizi verelim. Kendinizi sadece bir nesne ya da ölü taklidi yapmak ister gibi bulduğunuz zamanlarda sizi meşgul eden ne(ler) var? Çevrenizde tam o sıralarda size kendinizi rahatsız, belki de kopuk hissettiren ya da sizi ‘işgal eden’ neler oluyor? İşin aslı, tüm bunların odağında farkında olma hali var; tıpkı çevremizle kurduğumuz iletişimde, içsel yolculuklarımızda, yorgunluğu duyumsadığımız bedenimizde bize rehber olanın da farkındalık olduğu gibi.
Bedensel duyumlar ne anlatır?
“Bize bilmemiz gerekeni öğretmedikçe hiçbir şey ortadan kaybolmaz.” diyor Pema Chödrön. Bu, tekrar eden döngülerimize ve aşamadığımız engellere farklı bir bakışla bakmamıza işaret ediyor esasında. Belki de gözlük takmanın ya da takıyorsan derecesinin uygunluğunu kontrol ettirmenin veya onu tamamen çıkarmanın vakti gelmiştir, ne dersiniz?
“Önümüzdeki yolda daima taşlar olacak. Bunları tökezlenecek engeller olarak mı, yoksa üzerlerine basılacak merdivenler olarak mı göreceğiz?” diye soruyor Nietzsche. Bakış açımızda, algımızda ve anlayışımızdaki değişiklik ile canlılık hissini besleyen kaynaklarımıza ulaşmamız mümkün olabilir. Hadi, bu durumu bedensel duyumlarımız üzerinden inceleyelim.
Mesela kronikleşen bacak ağrılarınız, aldığınız ilaçlara, uyguladığınız hareket ve beslenme programlarına rağmen hala geçmiyor mu? Belki de bu dayanılmaz ağrılar, gittiğiniz yönün size uygun olmadığını ya da yol ayrımına geldiğinizi ve kendinizi daha fazla hırpalamadan artık bir seçim yapmanızın önemini vurguluyor olabilir. Buna benzer olarak hayat kalitemizi bozan, art arda gelen migren ataklarımızın da bize anlatmak istediği bir şeyler olabilir. Belki de öz-değerimizi keşfedebilmemize, ona sahip çıkmamıza işaret ediyordur. Hangi zamanlarda kendimizi işe yarar ve değerli hissettiğimiz üzerine çalışmamızın vakti gelmiş olabilir. Güzergahı değiştirebildiğimizde ya da aynı güzergahtaki tabelaları biraz daha yaklaşarak okuyabildiğimizde, öz-değerimizi keşfederek güçlendirebildiğimizde ve bize iyi geleni keşfettiğimizde, belki de kapının ardında bekleyen canlılık hissini kucaklayabiliriz.
İlgini çekebilir: Hayattan Aldığımız Tatmin Duygusunu Nasıl Artırabiliriz?
Niyetleri dönüştürebilmek mümkün mü?
“Yaptığımız her şeyi bir ihtiyacımızı karşılamak için yaparız.” diyor Marshall Rosenberg. O halde ihtiyaçlarımızın altındaki niyetlerimize bakalım mı? Belki de bize canlı hissettirecek olan, hayatın içindeki niyetlerimizin de dönüşmesiyle bağlantılı olabilir. Sporu sadece kilo vermek veya fit kalmak için yapmak yerine odağımızı sağlıklı olmak, bedenimizi keşfederek gelişmek üzerine koyabilme niyeti, iyi bir başlangıç olabilir. Veya elimizdeki kitaba, sürekli bir şeyler öğrenmek ve yeni hikayeler okumaktan ziyade içimizdekiyle derinleşmek, kalbimizi ısıtmak ve sahip olduklarımızla demlenmek için başlayabiliriz. Derdimizi paylaşırken ondan kurtulma çabamızın yerine derdimizin bize anlatmaya çalıştıklarına, temas ettiği yaralara ve ihtiyaçlarımıza dikkat kesilebilir, onlara gereken özeni ve bakımı vermeye çalışabiliriz; hatta bunun için destek talebinde bulunabiliriz.
Yolun sonu mu seyri mi?
Yolun sonuna değil seyrine öncelik vermeyi, zamanımızın şartlarına değil özgünlüğüne yönelmeyi ve kendi hızımızda yolculuğumuza devam edebilmeyi seçmek elimizdedir. Gün hepimiz için yirmi dört saat ama her bir saati yaşayış şeklimiz, kavrayışımız ve niyetlerimiz farklı. Hassasiyetlerimiz, özenimiz, arzularımız ayrı. Ünlü çizgi film karakteri Piglet’in söylediği gibi, “günlerden bugün” olabilir ama bugünün bizdeki canlılığı, farkındalığı ve katacağı deneyimi bambaşka olabilir. O halde soralım kendimize, “Hangi yolda, kimlerle, hangi niyette ve fondaki hangi müzikler eşliğinde hayatın akışında arabanı kullanmak istersin?”